31 Mart 2010 Çarşamba

Neler olmuş - 7

Çeçenlerin Rusya’daki intihar saldırıları ve Merkel’in Ayasofya için “Çok güzel valla biz de yapalım bundan bi tane” demesinin dışında dış politikada Sırbistan’ın 1995 yılında Srebrenitsa’da yapılanlar hakkındaki bildirisi göze çarpıyordu.

Sırbistan Ankara Büyükelçisi ayın başındaki Ankara ziyaretinde konu hakkında açıklamalar yapmıştı. “Resmi bildiri, özürümsü dediysek o kadar değil yani. Olaylar eski Yugoslavya döneminde gerçekleşti. Bizim alakamız yok yani. Eski Yugoslavya suçlu olduğundan kelli sorumluluk onların. Bu dönemde hayatını kaybeden tüm masum insanların ölümünden dolayı üzgünüz. Çok ağladık geçen gece hanımla” demişti. Bu ay sonuna kadar resmi bir bildirinin yayımlanacağını belirten büyükelçi, müjdesini verdiği bildirinin ayın son günlerinde açıklanmasıyla “Delikanlı adammış bak, valla söylemişti” dedirtiyordu.

Sırbistan, bu bildiriyle Srebrenitsa’da olanlar için “Hurafe onlar inanmayın” diyen Radovan Karadzic’i adaletin eline teslim etmesiyle başladığı “Adım adım AB’ye” yürüyüşünde bir adım daha atıyordu. Metin salı gecesi 250 kişilik meclisten 127 oy olarak kabul ediliyormuş. “173 milletvekili meclisteymiş 127’si kabul etmiş” diye okuyunca; sanki “Büyük çoğunluk destekliyor,helal olsun” gibi bir anlam çıksa da, çıkarılan anlam ucu ucuna kabul edilen bir bildirinin sayıların küçük oyununa kurban gitmesinden başka bir şey değil.

Bildiriden ne Boşnakların ne de Sırpların son derece memnun olduklarının söylemek mümkün. Boşnaklar metinde “soykırım” kelimesinin geçmemesinden yakınırken, katliamdan kurtulan şanslı bir Boşnak “Yapılan açıklama iyi güzel hoş da, soykırım kelimesinin geçmemesi bizim için bir başka aşağılamadır.Hadi gel bir de burdan yak” diyordu. Sırplar ise “Sanki sırf sizde ölenler var. Bizden de ölenler var. Bu politikacıları çok karaktersiz abi. Pazarda domates niyetine satarlar adamı” diyorlardı. (Forumun birinde yazmışlar: “Idiots in parliament did this to suck EUs ***! They would sell their own mother, why not people?”)

Sırplar olayların sorumluluğunu üstüne almadıklarının üstüne iyice basmak için, bildiride diğer eski Yugoslavya ülkelerinden o dönemde Sırplara karşı yapılanları kınamalarını istiyordu. “Suçu kişilere atmanın kolaylığından faydalanmadan da olmaz” diyerek; Sırplar arasında bir kahraman Boşnaklar için ise has oraların çocuğu olarak kabul edilen Ratko Mladiç’in yakalanmasının çok önemli olduğunun da metinde altı çiziliyordu.

“Hollandalı askerlerin de bir alakası vardı bu işlerle” diyenleriniz de olabilir. Amerikalı emekli General Paul Sheehan bu askerler için önce “Kırıta kırıta askerlik yapıyorlar. Olanlarda bu cinsiyetini şaşırmış askerlerin de suçu var” diyor sonra da yazılı bir metinle lafını yiyordu: ”Şey ben yanlış anlaşıldım, olanların bireylerle alakası yoktur. Ne diyoruz toplu hücum, toplu savunma”. BM dahilindeki Hollandalı askerler için söylenenler bu kadar diyebiliriz... ufak bir haber dışında: Srebrenitsa Anneleri adlı grup olanlardan dolayı BM’yi mahkemeye vermeye çalışmış. Daha önce Lahey Bölge Mahkemesi’nin “Haddinizi bilin, siz kim BM’yi yargılatmak kim?” tadındaki kararına Hollanda Temyiz Mahkemesi de “Harbi lan, kimsiniz siz? Yürüyün gidin” diye destek vermiş. Avukatlar azimli gözükselerde şu aralar moraller bozuk olduğundan kendilerini alkole vermişler, masalarından “Bu işin peşini bırakmicaz, a... koyucaz oğlum...” nidaları duyulmuş.

Yapılan açıklamaların insanlık adına güzel hareketler olduğunu kabul etmekle beraber sadece politik çıkarlar uğruna yapılmış olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Sırp ve Boşnak halklarının memnuniyetsizlikleri ortak; birisi “Biz neler çektik,bu kadarcık mıydı sizin özürünüz?” derken diğeri, “Bizden ölenler de var, sırf AB’ye girmek için böyle aşağılık işler yapılır mı?” diyor. Elbet İki taraftan da memnun olanlar vardır, keza geçmişle yüzleşmek adına bu bildirinin bir başlangıç olduğu yönündeki memnuniyete katılmamak elde değil, ancak emekli generalin açıklamalarının güldürmek konusunda daha önde olduğunu itiraf etmek gerekir. Olaylarla pek bir alakasız ama: BM’nin yargılanması mı? Ne münasebet?

28 Mart 2010 Pazar

Galatasaray 0 - 1 Fenerbahçe..

Yenilince insanın yazı yazası pek gelmiyor... Gene aynı sorun iyi; savunma yapan bir takım karşısında bocalayan Galatasaray. Maçta genel olarak ne Fenerbahçe’nin ne de Galatasaray’ın pozisyonu yoktu. Galatasaray’ın maçın 30. saniyesinde yarımdan bir, Arda oyuna girdikten hemen sonra 1 tam pozisyonu vardı. Bir de son dakikalarda Keita’nın kişisel becerisiyle yaptığı olağanüstü vuruşu vardı akıllarda kalan. İyi savunma yapan, diri takımlara karşı bocalıyor Galatasaray bu maçla bir kez daha gözler önüne serildi. Fenerbahçe çok mu iyi oynadı? Hayır. Ama iyi mücadele etti. İngiliz spikerin “Out of nowhere” diyebileceği bir yerden atılan şutla yenilen gol mağlubiyeti getirdi. Topun yerde sektiğini göz önünde bulundursak bile Leo Franco’nun yenilen golde hakkını vermek lazım. Selçuk’un uzakta şutlarda senelerden beri gelen başarısını bize karşı devam ettirmesi Galatasaray taraftarlarının yüzünde acı bir tebessüm bıraktı.

Maç adına güzelliklerde vardı. Mesela ilk yarı gerçekten çok güzeldi, izlerken keyif aldım. İki takımda net poziston bulmakta zorlansa da futbol çok hızlı oynanıyordu, zaman geçirmeye çalışan yoktu. Nasıl geçtiğini anlamadım. Devre arasına girilince pöfledim, keza ikinci yarı ilk yarı kadar hızlı futbol oynanmadı. Diğer yandan İki takım futbolcuları arasında gereksiz sinir stres de olmadı. Bu da derbilerin geleceği açısından sevindiriciydi. Alex’i omuzundan vuran Tarafmanyak’ı da ayrıca kutlamak gerekir.

Bahane üretmek istesek çok: Kewell yok Arda,Baros hazır değil.”Bir takımın oyunu bir veya iki kişinin üzerine kurulur mu?” diyenlere, “Barcelona nasıl Messi olmayınca bocalıyor veya Real Madrid Ronaldo olmayınca bocalıyor, bizde de 3 tane oyuncu yok yoksa garanti alırdık maçı” diyebilriz. Çok güzel bahane olur. Uzun vadede düşünmeye çalışıyorum, bu güne fazla tasalanmadan: Yenilmişiz 0-0 lık bir maçta önemli değil, şampiyonluk veya şampiyonlar ligi gitti mi? Belli olmaz. Her takım her hafta puan kaybedebiliyor. Galatasaray bir değişim içerisinde ilk senede başarı gelmese de uzun vadede başarıya ulaşılacak diye düşünüyorum.

Bu maç Fenerbahçe’ye ne ilk ne de son yenilişimiz, ama alışkanlık haline getirmemek lazım. Skora göre yorum yapmamak gerekir, iki haftadır 1-0’lık skorlarla yenilen Galatasaray iki maçı da kazanabilirmiydi? Evet kazanabilirdi. Ama duruma toz pembiş gözlüklerle bakmayıp yapılan hatalardan ders çıkartıp yola hep bir şeyler katarak devam etmek gerekir. İyi savunma yapan takımlar karşı kaybedilen kaçıncı puan bilmiyorum, beni endişelendiren buna karşı bir şeylere yapabilmeden yola devam etmemiz. Biraz “Yuvarlanıp gidiyoruz abi” ci olmak yerine yuvarlayıp gitmemiz gerekir.


PS: Hakem Arda oyuna girsin diye niye oyunu durdurdu hiç anlamadım. Galatasaray, oyuna girdikten 15 sn sonra Arda’nın muhteşem asistiyle veya Arda’nın olağanüstü vuruşuyla öne geçseyseydi kimler neler derdi acaba?

26 Mart 2010 Cuma

Neler olmuş - 6

NATO ile Rusya Afganistan’daki haşhaş tarlalarının temizlenmesi konusunda ayrı düşmüş. Rusya haşhaş tarlalarının temizlenmesi için kimyasal kullanımını önerirken NATO “Adamlar ekmek parası için yapıyorlar bu işi, onlara başka bir iş bulmadan tarlaları yok etmemiz gerekir. Hem bu keçiler çok güzel uçuyor” diye karşılık vermiş. Ruslar “ Yahu senede 100.000 kişi uyuşturucudan ölüyor,siz ne diyorsunuz?” diye çıkışsalar da anlaşamamışlar. Amerikalılar Rusların böyle düşündüklerini duyunca hiç vakit kaybetmemişler, California eyaletinde marijuana bulundurulmasını (28,5g) legal hale getirceklermiş. Yetmemiş “Canınız çok çeker, bakkal kapalıdır, otomat için bozuk paranızda yoktur alın evinize bir saksı onda yetiştirirsiniz. Ona da izin vericez. Hadi gene iyisiniz” demişler.

İngilizler İsveçlileri kıskandığından “Kızları çok güzel, adamlarda kesin bir pislik olmalı” diye araştırmışlar. Araştırmaları sonucunda aradıkları adamı Malmö’nün Kirseberg hapishanesinde bulmuşlar. İsmi açıklanmayan mahkum gardiyanları ve ceza sistemini protesto etmek için ayıptır söylemesi zart zurt osuruyormuş. Cezaevi müdürü Anders Eriksson “25 senedir bu işteyim, ben böyle pis bi adam görmedim arkadaş demiş. Bu pis adam “Valla kötü kokmuyo sırf ses,yemin billah” dese de protestosuna son vermemesi halinde ceza alacakmış.

Neşe kaynağı ülke İsrail’den İran’a karşı günün tepkisi muhalefet lideri Tzipi Livni’den gelmiş. Hastalıklı kişilik Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ile Berlin’de olan buluşmasında “Şu adamlarla kimse konuşmasın, küssün. Nükleer bomba falan diyolar.. çok korkuyorum” demiş. Diğer yandan İran’a karşı uygulanacak yaptırımlar hakkında toplanacak mahallenin delikanlı ağabeylerinden Çin “ Yok abi, ben önceden de dedim. Bugün manitayla randevu var olmaz. Hem ben Amo’cuğuma o kadar sert yaptırımlar uygulanmasına şimdilik pek sıcak bakmıyorum” demiş. Diğer yandan Uluslararası İnsan Hakları Örgütü İsrail’e “Filistin’e bomba attınız,tarlalarını tarumar ettiniz.Bu yüzden para kazanamıyorlar. En azından üç beş kuruş bir şey verin” dese de İsrail “Yürü git!” cevabıyla tavrını koymuş.

Milli Eğitim Bakanlığı Hukuk Müşavirliği lise tuvaletlerinde sigara içen öğrencileri üzecekmiş. Okulda sigara içmek zaten yasak bunu biliyoruz, ancak bu yasağa birde kapalı alanda sigara içme yasağı eklenince reşit olmayan öğrencilerin ailelerinden cezanın üçte biri talep edilecekmiş . Şimdi tuvalette sigara içerken yakalanan çocuk neye yansın? “Tüh be ağız tadıyla bi sigarayı içemedik”, “Ulan paket de gitti,iyi mi?”, ” Ulan, ulan şimdi eve makbuz mu yollacaklar bi de?”, “ Off ya.. Bunlar yetmedi bir de bira paramı da kesicekler harçlıktan şimdi...”

Son olarak yasadışı bahis ve şike soruşturması kapsamında gözaltına alındıktan sonra tutuklanan Fatih Akyel için bir şeyler yazmak istedim. Kendisi Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali Maçında “Oyuna nasıl olsa girmem” diyerek devre arasında kokoreç yiyecek kadar mental açıdan zayıf, ancak mis gibi kokoreci yedikten sonra Roberto Carlos’u kepaze edip Galatasaray’ın galibiyetinde önemli bir rol oynacak kadar fiziki açıdan güçlü bir futbolcuydu. Olanları düşününce Metin Oktay Tesislerindeki yazı aklıma geliyor:” Seni buraya getiren yeteneğindir, burada tutacak olan şey ise karakterindir.”

25 Mart 2010 Perşembe

Sesimi biliysin, şimdi uyutirim oni..

Flying Dutchman'da Şener Şen'i görünce aklıma geldi. Arşiv yapan arkadaşlarım sağolsun, dün gene bir kaç saatliğine eski Türk filmlerinin içinde kaybolmuştuk.

Kibar Feyzo'da daha önce dikkatimizi çekmeyen bir an yakaladık(Ninninin sonu). Çocuklar gibi şenlendik. Şimdi tekrar izliyorum, tekrar gülüyorum, ama bu sefer başka bir ana. Her anda başka bir güzel ustalar...

24 Mart 2010 Çarşamba

Doritos

"Zencilere karşı yapılan ırkçılığın nedeni çekememezlikten olsa gerek" diye düşünmüşümdür. Küçücük çocuk deyip de geçmeyeceksin ne de olsa o da kavruk tenli..


Macarena

Eski bir video belki izleyenler olmuştur. Alman polisi bir Türk'ün dans yeteneklerinin ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Daha çok çalışmaları lazım, müşteri memnun kalmamış sanki..


23 Mart 2010 Salı

22 Mart 2010 Pazartesi

Neler olmuş - 5

Rusya ile ABD “Hacı gel biz kaynaşalım” diye start (Strategic Arms Reduction Treaty) alan görüşmelerde ilerlemeler sağlanmış. İmzaların atılmasının ve formaların öpülmesinin eli kulağındaymış. Rusya’nın “İran’ı pataklamadan önce konuşalım, bilemedin kulağını çekelim” tavrı ABD’nin “Bırak ya uğraşmaya değmez... Alalım ayağımızın altına. İkimize ikiniz bayram etsin... [yok pardon yanlış oldu]. İkimiz kafa kafaya versek var yaa” tavrıyla pek uyuşmuyormuş. Diğer yandan Kırgızistan’da da Amerikalılara kıyak yapan Ruslar, Bişkek’e 20 km uzaklıktaki Kant hava üstündeki askerlerin ailelerine “Gelin artık öyle ailece tatil yapmak yok” demiş. Bir bakıma meydanı Amerikalılara bırakmışlar. Kırgızistan Savunma Bakanı “Amerika ile kardeş kardeş geçinicez biz burada, “international terrorism” ile “religious extremism” diye bişiler varmış. İngilizcemiz çok iyi değil, anlamadık ama işte onlarla savaşıcaz beraberce” demişler.

Rusların efsanevi satranç şampiyonu Kasparov, kankisi Gürcü Zurab’ın 50. doğumgünü partisine gitmiş. Ziyareti esnasında Şaakaşvili ile de görüşmelerde bulunan Kasparov, “Putin Kremlin’deyken beraberce vodka üretmemiz imkansız. Ama içiniz rahat olsun, Sochi’de olimpiyatlar olacağı için bina falan yaptırıyor. Yepisyeni binacıkları yıkıp da savaş çıkartacak kadar da enayi değil” demiş.

İsrail kendi kafasına göre takılmaya devam ediyor. İsrail’de olanların ABD Başkanı’nı bile aştığını Ceyda Karan Radikal’deki yazısında örnekleriyle anlatmış. Merak edenler okuyabilirler. Yazısında Amerika İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’nin (AIPAC) ne kadar güçlü bir lobiye sahip olduğunu belirtmiş. Diğer yandan Avrupalılar İsrail’i ayıplamış, Simon Perez (Mr. Hakiki One Minute) “Kooperatif bizim işimiz söke söke yaparız” diye karşılık vermiş. Pazartesi günü 7000 AIPAC delegesi önünde konuşan Clinton “Şeker kardeşlerim, Kudüs’te yeni binalar dikiyorsunuz ama bu karşılıklı güveni sarsıyor. Barış iyidir yani” deyince pek sallamayan delegeler “İsrail’in güvenliği çok önemli. Biliyorum valla İran’ın nükleer programı benim de çok canımı sıkıyor. Sevgiyle kucaklaşıcaz...” açıklamasının üzerine Clinton’u alkışlarıyla yaşatmışlar. Ama asıl alkış fırtınası başkan Kohr’un “Kudüs yerleşim yeri değildir, İsrail’in başkentidir!” sözünden sonra kopmuş (“Jerusalem is not a settlement. Jerusalem is the capital of Israel”). Toplantı salonu “Kralsın, büyüksün; Amo ellerini öpsün” şarkısıyla inlemiş. Diğer yandan El Cezire’nin haberine göre Gazzeli gençlerin keyfi yerindeymiş(!). Duman’ın “Haberin Yok Ölüyorum!” şarkısıyla tombul şişeleri tokuşturup günlerini gün ediyorlarmış.

Diyarbakır’ın BDP’li Belediye Başkanı Baydemir “Gelin canlar bir olalım, barut bulundu mertlik bozuldu. Delikanlı adam birbirine karanfil atar” diyerek Nevruz kutlamalarında ılmlı mesajlar vermiş. Ağzına biber sürüldükten sonra pamuk gibi olan Baydemir ile beraber yasaklı DTP milletvekili Aysel Tuğluk ve eski DEP milletvekili Leyla Zana da kutlamalara katılmış. Leyla Zana “Roj TV’yi kapattırıyorlar, Avrupa’daki çocuklar Kürtçe Teletabies izleyemiyor. Avrupa Türkiye’ye benzedi” derken, Aysel Tuğluk Kürt sorununun çözümü için Öcalan ve PKK’yı muhattap göstermiş. Kutlamalarda bu şekil mesajlar verilirken PKK lideri Murat Karayılan ne şekil konuşmuş? “Ateşkes bitebilir. TSK, Irak’taki militanlarımızı dürterse küfrederiz. Küfretmekle kalmayabiliriz de... Şiddet olmamalı bu işlerde demiyoruz tabi ki, gittiği yere kadar şiddete devam. Elbet konuşarak çözülecek bu sorun” şeklinde konuşmuş. Amerikalılar Ekim ayında Karayılan’ı uyuşturucu baronu olarak nitelendirirken, Karayılan “Yok abicim, gelin bakın bıraktık biz o işleri” demiş. Amerikalılar da “Atma yau, biz sanki bankalara giren çıkan paraları bilmiyoruz” demiş. Ateşkes bitebilir, karanfil atılacak, uyuşturucu ticareti yok... Hmm... Karanfil satacaklar herhalde...

20 Mart 2010 Cumartesi

Fener gol gol gol, şampiyonluk gidiyov

Appiah, Anelka, Tuncay, Aurelio, Alex, Nobre (attığı 17 golle takımın en golcü futbolcusu) ve iki milli kaleci Volkan ve Rüştü... 2005-2006 sezonu Fenerbahçe kadrosundan bir kaç isim.. Sezonun son maçı ve 16 dakika.. Birebir karşılaştırıldığında Galatasaray’ın kadrosundan daha iyi bir kadroya sahip olan Fenerbahçe şampiyonluğu son hafta Denizli’de bırakıyordu. Aziz Yıldırım kamuoyunu meşgul etmek için “İstifa ediyorom, bak ettim, vazgeçtim geri döndüm..” hikayesi uyduruyordu.

Ne alakası var bunun tribünden atılan, düşen veya atlayan taraftar yüzünden Galatasaray’a verilen ya da verilmeyen ceza ile?

Fenerbahçe o sezon Ömer Üründül’ün deyimiyle “korkunç” bir kadroya sahipti. Keza bir sonraki sezon kadrodan gidenler olmasına rağmen gelenlerle şampiyonluğa ulaşılıyordu. Açık söylemek gerekirse Fenerbahçe’nin kadrosuna imrenmemek elde değildi (2005-2006 sezonu). Galatasaray ise o sezon Eric Gerets ve takım ruhuyla şampiyonluğa ulaştıktan sonra bir sonraki sezon Fenerbahçe’nin 14 puan arkasından ligi 3. kapatıyordu. Anelka, Tuncay ve Nobre ile başlayan yaprak dökümünün ertesi seneki şampiyonluktan sonra Aurelio ve Appiah’ın gidişiyle devam etmesi beni iyice rahatlatmıştı. Çünkü Fenerbahçe Appiah ve Anelka gibi transferlerden sonra bu futbolcular kalitesinde futbolcuları getirememişti. Ezeli rakibimizin transfer politikasındaki bu değişiklik bir Galatasaraylı olarak beni sevindirse de Josico ve Maldonado tarzı oyunculara harcanan paralar üzücüydü. “Anelka’yı ben getirdim” diyen Hakan Bilal Kutlualp yönetimden uzaklaştırılmıştı.

Bu sezona üst üste 3 şampiyonluk parolasıyla giren Aziz Başkan işler kötüye doğru gidince suçu başkalarına attırma politikası izliyordu. Antalya maçından sonra “Kazandık ama hakemi eleştiriyoruz” diyen Şekip Mosturoğlu, diğer yandan Fenerbahçe gibi bir kulubün “resmi sitesine” yakışmayacak düzeydeki açıklamaların resmi siteden arka arkaya yayınlanması Fenerbahçe adına üzücüydü. Bu sezon içinde olan Aykut Kocaman-Daum gerginliği, Kazım, Vederson ve Önder’in olayları, Brezilyalı grup arkadaşları ve başlı başına “Daum” Fenerbahçe’nin başını ağrıtmıştı.

“Betondan da anlarım futboldan da” diyen Aziz Başkan yanılıyor muydu? Bu sezon diğer branşlarda işler nasıl gidiyor? Voleybol ve basketbol liginde (bayanlar ve erkekler) şampiyonluğa koşan takımlarının yanında “Fenerbahçe Spor Kulubü” atletizm dalında da başarılarına devam ediyordu. Şükür ki Aziz Başkan sadece futboldan anlıyor. Gün olur, devran döner, Fenerbahçe şampiyon olur mu? Pek zannetmiyorum. Aziz Başkan futbol işini kendinden daha iyi bilen, güvendiği birine emanet etse kulübe daha faydalı olur gibi gözüküyor. Bir Galatasaraylı olarak ezeli rakibimiz Fenerbahçe’nin bu hali gerçekten üzüntü verici.

Galatasaray’a verilen ceza için ne demeli peki? Fikstürde Galatasaray-Antalyaspor maçı olsaydı, o maç seyircisiz oynanırdı. Peki bence bu olaya seyircisiz oynama cezası verilmeli miydi? Hayır. Kapalının üst kısmından aşağıya düşen taraftara geçmiş olsun. Ama bu arkadaşın orada ne işi var, kimisi “Beşiktaşlı” diyor, kimisi “Galatasaraylı ama o gün siyah-beyaz giyinmişti” diyor. Ne farkeder ki? Beşiktaşlı olunca haketmiş, Galatasaraylı olunca niyazi mi olacaktı? Neden ceza verilmemeliydi? Bu olayın ne Galatasaray, ne Fenerbahçe, ne de başka bir takımla alakası var. Son 10 sezonda 61 maç seyircisiz oynanmış, ama değişen pek bir şey yok. Kafaları çekip rakipe küfretmek, hır gür çıkarmak biletli seyircinin en doğal hakkı ne de olsa, öyle değil mi? Biletin parası ne ise veriliyor. Böyle düşünerek hareket etmek, binlerce kişiyi statta maç izleme keyfinden mahrum bırakmak da gene her seyircinin en doğal hakkıdır.

Yoksa değil midir? O zaman verelim cezayı, kapatalım statları, Lig TV bayram etsin. Arkadaşını canlı canlı maç izleme keyfinden mahrum bırakma hakkını kendinde gören mentaliteyi değiştirebilsek daha iyi olmaz mıydı?

18 Mart 2010 Perşembe

Greenpeace meğer şirketmiş!

Geçen hafta Zaman Gazetesi’nde ilginç bir habere rastlamıştım. Greenpeace acaba ne yapmış da bu haber yazılmış?

Zaman Gazetesi’nin haberi:

"Greenpeace meğer şirketmiş!

Kamuoyunun, fabrika bacasındaki, Enerji Bakanlığı'nın çatısındaki ya da denizdeki eylemleriyle tanıdığı çevre örgütü Greenpeace'in bir şirket olduğu ortaya çıktı. Greenpeace Akdeniz Kurumu'nun İngilizce hazırladığı yıllık mali durum raporuna göre örgüt, büyük ölçüde 'Greenpeace Akdeniz Basım ve Tanıtım Hizmetleri Limitet Şirketi' tarafından destekleniyor. Üstelik uluslararası Greenpeace şirketleriyle alışveriş yaptığı gerekçesiyle yüklü miktarda para transferi gerçekleştiriyor. Yine rapora göre Greenpeace Akdeniz Kurumu, şirketten 632 bin Euro bağış alıyor.

Greenpeace'in hazırlattığı Mali Durum Raporu'nda, Greenpeace Akdeniz Kurumu'na diğer ülkelerdeki Greenpeace örgütlerinden 2008'de 282 bin Euro geldiği görülüyor. Aidat, hibe ve toplama işlemlerinden ise kasaya 1 milyon 215 bin Euro girmiş. 260 Euro diğer gelir kalemi ile toplam gelir 1 milyon 497 bin Euro olmuş. 2008'de 1 milyon 422 bin Euro harcayan şirket 75 bin Euro fazla vermiş. Türkiye'deki Greenpaece yapılanmasının diğer bağlı örgütlere 30 bin Euro borcu gözüküyor. Bağlı şirketlere olan borç ise tam 57 bin Euro. Diğer alacaklılar bölümünde ise 58 bin Euro gibi bir rakam var. Kurumun 2008 toplam borcu 302 bin Euro. Raporda ilginç bir bilgiye de yer veriliyor. Buna göre kurum, 6 Aralık 2006'da Oceans kampanyası kapsamında Lübnan'da kullanılmak üzere 280 bin dolar bağış aldı. Bunun ise sadece 59 bin Euro'sunu kullandı."


Hepsi Şevval Sam'ın imza gününde yapılanlardan dolayı...



Başka bir neden de şu olsa gerek: "nukleer.greenpeace.org"

Heineken

Heineken’in “Real Madrid-Milan maçı nasıl kaçar?” teması üzerine kurduğu reklamı belki izlemişsinizdir. İzlemediyseniz artemiofranchi’nin blogundan bakabilirsiniz. Bu çocuklar daha neler yapmış diye şöyle bir göz attım ben de:



Almanlar boş durmamış Heineken'in bir başka reklamı "walk-in-fridge" e ekleme yaparak Dutchlara olan sevgilerini göstermişler...

17 Mart 2010 Çarşamba

Neler olmuş - 4

ETA grubu üyeleri Fransa’da araba çalarak ekonomik krizin kendilerini teğet geçmesini sağlamak istemişler. Fransız polisine suç üstündeyken yakalanan ETA üyeleri “Paraya sıkıştık, valla sonra geri ödeyecektik” demelerine rağmen paçayı kurtaramamışlar. Bu esnada hırsızlık işinde tecrübesiz, bir o kadar da heyecanlı grup üyelerinden biri (muhtemelen Jose bilemedin, Julio) çıkartmış silahını ve bir polisi vurmuş. İspanya Başbakanı Zapatero “Fransa ile beraber ETA’ya karşı yürüttüğümüz çalışmalar yüzünden Fransa, ilk defa bu kadar ciddi bir sonuçla karşılaşıyor” demiş. Zapatero en kısa zamanda Sarkozy ile bu konu hakkında görüşmek istediğini belirtmiş. Yerel seçim sonuçlarının pek istediği gibi gözükmemesi nedeniyle dertlenen Sarkozy, şu sıralar kendini şaraba ve sevdiceği Carla’ya vermiş. Ayrıca İspanyol yargısı tarafından aranan 6 ETA üyesi senelerce yüzerek Venezüella’ya ulaşmış. Uzunca bir süredir Venezüella’da olan ETA üyeleri için Chavez, “Onları kendi ellerimle everdim, torun torba sahibi olanları bile var. Kaka işlere bulaşmıyor, artık cici çocuk oldular.” demiş.

İran Ankara Büyükelçisi “Gelin canlar bir olalım” çağrısı yapmış. Gazetecilerle olan bir sohbet esnasında “İran, Türkiye, Irak ve Suriye bölgedeki sorunların çözümü için birlikte hareket edebilir. Özellikle İran ve Türkiye büyük bir etkiye sahip” demiş. Diğer yandan İran ve Pakistan Peri Bacaları’nı gezmeye gelmişken Türkiye’de bir doğalgaz hattı anlaşmasına imza atmışlar. Bu arada Amerikalılar boş mu durmuş? Hayır. Dışişleri Bakanlığının Avrupa ve Avrasya'dan Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon, “İran’ın yaptığı ayıp şeyleri Türkiye’nin görmemesi çok üzücü. Biz (BM Güvenlik Konseyi’nin büyük çoğunluğu) gidelim basalım mekanlarını diyoruz. Türkiye ılımlı yaklaşım gösteriyor. Türkiye uluslararası arenada önemli bir rol oynamak istiyor. Hedeflerinize ulaşmak için çoğunluğa uyarsanız daha iyi olur sanki, yani ne bileyim, imajınız güçlenir” demiş.


Rusya’da işler iyi gidiyor gibi gözüküyor! 2010 yılında GSMH’da beklenenden çok artış (4,5%) gözlenmişmişken bu artışın daha da yükselmesi (6%) bekleniyormuş. Her şey böyle güzel gözükürken kış olimpiyatlarında altın madalyaya ulaşamayan ve 2014 için hırs yapan Evgeni Pluşenko “Yapmayın etmeyin, elinizi ayağınızı öpeyim bitirin şu işi” demiş. Kime demiş? 2014 Kış Olimpiyatlarının düzenleneceği şehirdeki inşaat işçileri (bildiğin amele) açlık grevini başlayınca onlara demiş. GSMH yükselirken bu adamcağızların maaşları ödenmemiş. Sochi’de yapılması planan 2014 Kış Olimpiyatları için tek sorun bu değilmiş. Kendini Hıncal Uluç zanneden Rus yazarlar “Sochi’ nin alt yapısı böyle bir organizasyon için yeterli değil. Hee bi de: Guus Hiddink korkak” demiş.

Brezilya ile ilgili haberlerin sadece Fenerbahçe’nin transferiyle ilgili olmasına sinirlenen Cumhurbaşkanı Lula İsrail’e gidince adından söz ettirmiş. Lula İsrail’e olan resmi ziyaretinde ülkeye gelen liderlerin ziyaret protokolünde yer alan Herlz Tepesi'ne gitmeyip, Teodor Herzl'in mezarında saygı duruşunda da bulunmamış ve bu da yetmemiş “Bu kim arkadaşım. Corinthias maçı izleyecem.” demiş. “Rüyalarımda görüyorum, Filistin barış içinde yaşıyor. İsrail ve Filistin babalarının topraklarını paylaşıyor” diye ekleyen Lula antremanlarını aksatmadığının üzerine basarak Orta Doğu’da diplomatik açıdan kaptanlık pazu bandını takabileceğini açıklamış. Başbakan Netanyahu ise bu konular üzerinde durmayıp “İncil hakkında soruların sorulduğu bir yarışmada 12000 kişiyi geride bırakan Avner Netanyahu’yu kutluyorum. Benim oğlan diye demiyorum. Helal olsun, ben olsam 2 soru bile bilemezdim” demiş.

PS: Rüya ve yarışma kısmı doğrudur.

16 Mart 2010 Salı

Neler olmuş - 3

Patavatsızlık sınırındaki rahat tavırları ve şakacı kişiliğinin yanında ülkesinde istediği gibi at koşturması Silvio Berlusconi’nin başını zaman zaman ağrıtmıştır. Şimdi de RAI 1’in haber bülteni müdürüne baskı yaptığıyla ilgili olarak soruşturma açılmış. Yıllık geliri 23 milyon Avro olan azgın tekenin başı bu soruşturmalardan ne kadar ağrır, bu soruşturmalar onun ne kadar umrundadır ayrı konu... Roma’da 10 bin kişi Berlusconi’yi protesto amaçlı toplanmış. “Kanunları kendi keyfine göre değişitiriyorri, çok ayıp oliyorri” diyen protestocular “Her şeyin başı sağlık” ve “Eğitim şart” pankartları taşıyorlarmış. Silvio için durumlar ay sonu yapılacak olan yerel seçimler için yapılan kamuoyu yoklamalarında pek iç açıcı gözükmüyormuş. Bakalım “9 milyar dolarcık serveti” ile İtalya’nın en zengin 3. kişisi olan Berlusconi fotoğraftaki mutlu tutumunu sürdürebilecek mi...

Gürcistan da şakacılar kervanına katılmış. Şaakaşvili yanlısı bir kanalda Rusya’nın Gürcistan’ı işgale başladığı ve başbakan Şaakaşvili’nin öldürülüğü haberi verilmiş. Bu şaka görünümlü kakanın elbette bir sebebi var. Muhalif lider Nino Burjanadze’nin Putin ile görüşmesinden önce verilen bu haberde, Burjanadze’nin işgalden sonra Rusların tarafına geçtiği bildirilmiş. Şaakaşvili bu haberi az biraz da olsa yererken bu haberin gelecekteki gerçekler olabileceğini belirtmiş. Gene bir kaşıntı tutmuş Şaakaşvili’yi anlaşılan, mayıstaki yerel seçimler öncesinde şakasını yapmak için en azından 1 nisanı bekleyebilirdi. Şaakaşvili’yi en son kendisini bombalardan korumaya çalışan 10 korumanın altında hatırlıyorum. Sanki o görüntü daha komikti. Bir de kravatını yemesi var ki o apayrı...

Almanya Dış İşleri Bakanı Westerwelle adam kayırdığı iddiası ile sert eleştirilere maruz kalmış. Yurtdışı gezilerinde beraberinde götürdüğü kişilerin iş arkadaşı veya partisine yardım edenlerden olduğu iddia edilmiş. “Yok, valla billa alakası yok, bak yemin ettim” demiş. Biraz Arapça hepimiz biliyoruz neyse ki (Valla billa: Yalan söylüyorum). Westerwelle bundan önce Dresden’de açılan küçük Topkapı Müzesi’nin (Türckische Cammer) açılışında kameralara Ahmet Davutoğlu ile yakalanmıştı. Acaba Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanımızın ricası olsa Türkiye’ye tedavi olmaya gelir miydi?

Almanya’da her şey çok pahalı: Yapılan bir araştırmaya göre Doğu Almanya’da yaşayan her 7 kişiden biri, Batı Almanya’da ise her 12 kişiden biri oylarını 5000 Avro’ya herhangi bir partiye satabileceklerini söylemiş. Anımsattı bir şeyler ama, daha ucuza gidiyordu sanki. Pek bir kazıkçı bunlar da yahu.

Amerika’da 10 yaşında bir kızcağız sınavdan 20 alınca (100 üzerinden) öğretmeni sınav kağıdına “Loser” (Türkçe: Ezik ya da amiyane tabirle “Allah’ın salaaaı”) yazmış. Bu yüzden öğretmen işini kaybedebilirmiş, müdür kızcağızın annesinden özür dilemiş. Ya biz zamanında çok gamsızdık, ya da bu kızcağız öğretmeninin yazdığı notu kafasına çok takmış. Hatırlıyorum da sevdiğimiz bir kimya hocamız vardı, ismi lazım değil (Klaus Becker) bir keresinde sınav sonrası notları açıklarken bir arkadaşımızı canı gönülden tebrik etmişti. “Evet, sonunda başardın, bravo. Demek ki isteyince yapabiliryormuşsun” gibisinden bir şeyler söylemişti. Arkadaş kaç mı almıştı? 45 :) Gülüp geçmiştik...

Hugo Çavuş döktürmüş gene, demiş ki “Bu internet insanın ruhunu ve de zihnini zehirliyor, kontrol altında almak gerekir”. Chavez karşıtı gruplardaki yağız delikanlılar Facebook’u kızlara mesaj atmak amaçlı değil Chavez karşıtı dedikodular çıkarmak amaçlı kullanıyormuş. “Darbe isteyenler var, bunu da internetten yaymaya çalışıyorsunuz” diyen Chavez’in kızıp “Youtube’u da kapadım, Youporn’u da... Hayal gücünüze kuvvet” demesinden çekinen muhalif gruplar İran ve Küba’dakine benzer bir sansürden korkuyorlarmış. Neyse ki Hugo Chavez’in geçen sene mayıs ayında en ucuz çok fonksiyonlu cep telefonunu “Vergatario” (Türkçe: pipi) adıyla piyasaya sürmesini, ve de bununla yetinmeyip Anneler Günü’nde annesini arayıp “Senin Vergatario’n ulaştı mı?” diye sormasını hatırlayan Juan Alfonsoların keyfi yerindeymiş.

14 Mart 2010 Pazar

Galatasaray 3 - 0 Ankaragücü

Maçtan önce, Ankaragücü’nün Lemerre geldikten sonra sadece 3 gol yemiş olmasının Galatasaray için sorun yaratacağını düşünüyordum. Malum Galatasaray takım savunmasını iyi yapan takımlar karşısında zorlanıyordu. Galatasaray’ın Ankaragücü karşısında zorlu bir sınav vermesi olasıydı, ancak maçın başında Neill’in pasıyla hareketlenen Keita’nın ve de Ankaragücü defansının çabası ile Jo ilk golü atıyordu. Sonrasında Ankaragücü kalecisinin hatasında topu kapan Dos Santos “Gol atıcam, gol atıcam, evet ben gol atıcam... galiba” diye kaleye yokladı, ama kalecinin üzerine giden top sonuç vermedi. Maç boyunca da Dos Santos saman alevi gibiydi. Daha zamana ihtiyacı olduğu açık, ama gelecek için umutluyum.

Goller dışında Galatasaray’ın nadir pozisyonlarından birinde Dos Santos’un topuk-ayakdışı karışımı pasıyla topla buluşan Jo’nun topa kedi poposuna çay kaşığıyla vurur gibi “pıt” diye vurması sonuçsuz kaldı. Maç boyunca iki tarafın da pek kullanmadığı sağ kanattan gelişen en etkili atak Geremi’nin pasıyla Keita ile sonuçlandı. Topu kapan Keita ok gibi fırladı, kaleciyi geçtikten sonra boş kaleye topu yuvarlarken Koray onu kucaklayarak golün sevincini onunla paylaşan ilk oyuncu oldu. Sonrasında taklalar eşliğinde gelen Khaled’in şarkısı Ali Sami Yen’deki taraftarları neşelendiriyordu.

Ankaragücü tehlikesiz bölgede iyi pas yapıyor ama sonuca gidemiyordu. Nitekim kankigil spikerler de forvetler (Vittek-Vassell) arasındaki küskünlüğe dikkat çekiyordu. Maçtaki en tehlikeli pozisyonlarını son dakikalarda Vassell’in verdiği pasla bulan Ankaragücü, Mehmet Çakır’ın “Abi o kadar koştun, bu gol senin hakkın” dercesine topu auta çıkmış Vassell’e geri vermesiyle sonuçsuz kalıyordu.

3. golde de ilk golde olduğu gibi Lucas-Keita imzası vardı. Baros’un sakatlıktan golle dönmüş olması onun adına sevindirici oldu. Maç 4. dakikada Ankaragücü’nün yediği golle bitmişti, ne beklenen zorlu sınavla karşılaştı Galatasaray, ne de inanılmaz top oynadı. Bireysel hatalar ve bireysel çabalar golleri getirdi. Oysa ki Galatasaray iyi savunma yapan bir takım karşısında ciddi bir sınav verebilir, hatta puan kaybı da yaşayabilirdi. Gerçi 3 puanı 3 golle aldık, sakatlıktan dönen Baros gol attı, Ankaragücü’nün pozisyonu yok, Keita’nın formu ve de gol pozisyonu hazırlayan defans oyuncumuz Lucas Neill’i düşünürsek “Belanı mı istiyorsun” diyenler olabilir.

Maçın ikinci yardımcı hakemi Ali Saygın Ögel’in (fotoğraftaki şeker kardeşimiz) hakemlik hayatında başarılarının devam etmesini isterim. Pembiş yanaklı hakeme kim itiraz edebilir ki? 3. golden sonra Adnan Polat’ın Gökçek ailesine “Geçmiş olsun” demeden, “Trafik olur çıkmam lazım” tavrı ve Sabri’nin üçlü çektirmesini tebessüm ederek izledik. Beni neşelendiren, maziye götüren bir olay da Galatasaray’ın hem sağ hem de sol bek oynayamayan eski futbolcusu Cihan Haspolatlı’nın Ankaragücü yedek kulübesinde oturmasıydı. Son bir şey, maçta rakip futbolcuya küfredip kafasına bilumum malzeme atmak biletli seyircinin hakkıdır, o parayı niye veriyorlar ki? İtip kakıştan tribünden düşenler de olabilir, münferit olaylar bunlar...

12 Mart 2010 Cuma

Portakalı soydum baş ucuma koydum...

Portakal, lale bahçeleri, Amsterdam... Hollanda denince aklımıza ilk gelenlerden bir kaçı, futbolu konunun dışında tutarsak. Ama tutmayalım, çünkü yaza dünya kupası var ve biz gidemiyoruz. Bu dünya kupasında çoğumuzun tutacağı iki takımdan biri Hollanda (diğeri de Arjantin). Neden bilmiyorum ama genelde böyledir, sambacıları değil tangocuları, panzerleri değil portakalları tutarız. Neyse Amsterdam diyordum, “Amsterdam’a kesin gitmek lazım, hem Red Light’ı görürüz abi” muhabbeti arkadaş arasında muhakkak geçmiştir. Amsterdam’a gidip bir güzel gezdikten sonra da “I amsterdam” ile fotoğraf çektirilir. Adamlar kibarca uyarsa da dinlemeyip bu yazının üzerine çıkıp fotoğraf çektirmek gayet normaldir (“En yüksekte ben oturacağım”).

Bunların dışında şeker insanlardır “Dutch”lar, yolunuzu kaybederseniz haritayı yolun ortasına koyup size yol tarif ederler, bu sırada beklemek zorunda kalan arabalardan korna sesi duymazsınız. Şakacı kişiliklerini 2003 yılında 1 nisanda göstermişlerdir: “Bir sonraki filmde başbakan (Jan Peter Balkenende) Harry Potter’ın babasını oynayacakmış”. Daha sonra açıklamaları gerekmiş tabi, “Şaka valla şaka, hiç başbakan filmde oynar mı?” diye.

Su kanalları sokakları ayırır Hollanda’da, kahvenizi içersiniz suyun kenarında. Yakarsınız bir de sigara, oh ne keyif... Kanallar bize iyi güzel de, minikler için büyük problem yaratabiliyormuş. Çocuklar kanallara düşmesin diye ilkokullarda yüzme dersi zorunluymuş. Dersten geçmek için kıyafetleriyle havuza atlayan çocukların Inge de Bruijn (resimdeki abla) gibi yüzmelerini beklerlermiş.

Her şey güzel, herkes mutlu, kimseyle sorunları yok mu Hollandalıların? Olmaz mı... Ağzınızdan çıkan 5 harf (danke, Türkçe: teşekkürler) 5 saniye önce size içtenlikle tebessüm eden Dutch kızında çocuğunu kesmişsiniz hissi uyandırır (Doğrusu: Dank u well). Bir çoğunuzun bildiği üzere Almanları pek sevmezler, bilseler de Almanca konuşmazlar. 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar Hollandalıların ulaşımını engellemek için bisikletlerini çalmışlar. Sene 1988, Avrupa Şampiyonası Yarı Finali’nde ev sahibi Batı Almanya ile Hollanda karşılaşıyor. Dakikalar 88’i gösterirken Van Basten (Çocukken en güzel gollerimizi hep onun adıyla attık) galibiyet golünü atıyor. Finalde Sovyetler Birliği’ni yenen Hollanda kupaya uzanıyor. “Bizim için gerçek final yarı finaldi” diyen Hollandalılar için Almanya maçının önemi, Almanya maçından sonraki sevinçlerinden belli: “Bisikletlerimizi geri aldık” (Hurray, we’ve got our bikes back!). “Vay be ne adamlar, yürüyün portakallar artık bütün kupalar sizin!” diyemiyoruz, çünkü hepi topu ellerindeki tek büyük kupa bu. Olsun, güzel futbol oynuyorlar, göze hoş geliyor. Canları sağolsun.

Canları sağolsun da her şeyiyle bu kadar muhteşem bir yer mi Hollanda?

İranlı öğrencilere uygulanan seçmece eğitimi belki duymuşsunuzdur. “Nükleer enerji ve nükleer araştırmalar son derece gereksiz, rüzgar enerjisine döndük biz zaten, baaak ne güzel yel değirmenlerimiz var” gerekçesiyle İranlılara Hollanda’da nükleer yerine rüzgar okutmaya karar vermişler. Hollanda’daki üniversiteler bir acayip zaten. Amerika’dan ithal kardeşliklere (brothership) giriş sınavlarında başarısız olanlar kendini alkole veriyormuş. Derim ki bu arkadaşlara “Önceden iyi çalışsaydınız, iyi içseydiniz bu sınavı başarıyla geçerdiniz”. Bu sınavlarda neler oluyor? Hmm... Biraz muallak orası. Neden derseniz, önceleri “İçelim güzelleşelim” sınavı varmış. Ne yazık ki ölenler olmuş. Sonra “Su içerken yılan bilem dokanmaz”a dönmüşler, sınava girenlere su içirtmeye karar vermişler. Sonuç malesef gene aynı. Sonrasında “İçmeyi bilmiyorsunuz” diyerek giriş sınavlarından içiş kısmı kaldırılmış. Şimdi işler kolaymış, kanala atla, senden eski biri varsa ayakta bekle gibi kıytırık işlerle kardeşliklere girebiliyormuşsun. Başka neler var? 3 marttaki yerel seçimlerde oy kullanabilecek öğrencilerin, Avrupa Birliği vatandaşıysa 2010 Ocak’tan önce Hollanda’da bulunuyor olması gerekirken, Avrupa Birliği vatandaşı olmayanlar için bu tarih 2005 Ocak oluyormuş. Kısmen anlaşılabilir bir karar, zaten Hollanda’da değilim, çok da önemli değil. Bir de Geert Wilders var. O da çok önemli değil, zaten geçen kendisiyle konuştum, en sevdiği şarkıyı mırıldandı: “Hepiiimiiiz gardaşız, bu kavga ne diye?”


Son paragrafta yazdıklarım dünya kupasında Hollanda’yı destekleyeceğim gerçeğini değiştiriyor mu? Hayır, değiştirmiyor. Spor ve siyaset birbirinden ayrı tutulması gereken konular. Hmm... Aslında Güney Afrika’da moloz sektörüne mi girsek?

11 Mart 2010 Perşembe

Karlsruheli bir efsane..

Oliver Kahn... Almanların efsane kalecisi, onun sayesinde senelerce kalede pek problemleri olmadı. Her iyi kaleci gibi o da hatalı goller yedi (2002 Dünya Kupası Finali), ama o olduğu sürece kale tartışmasız ona teslim edildi. Almanya Arjantin’e yenilince dünya kupası için “Kaleye kimi koysak?” diye düşünenlere Kahn “Geliiim, geliim mi?” dese “Olabilir mi acaba?” diyenlerin sayısı pek de az olmaz sanırım. Kahn’ı efsane yapan kalecilik yeteneklerinin yanında maç sonu röportajlarındaki açıklamaları: 2003 yılında Gelsenkirschen’de Schalke’ye 2-0 yenilen Bayern’deki eksikliği şöyle dile getirmiş: “Yumurta! Evet, yanlış duymadınız, yumurta. Her sabah aç karnına yumurta akını içtik mi herkesi yeneriz.” (Eier, wir brauchen Eier!). Kaptan olarak çıktığı ilk maçta İsrail karşısında kendi kalesine gol atınca, “Kaptan olarak çıktığınız ilk maçta gol atmak zorundasınız” buyurmuş (Im ersten Spiel als Kapitän muss man einfach ein Tor schießen). 2008 yılında Süddeutsche Zeitung’a verdiği bir röportajda kariyerindeki en akla yatan laflarından birini etmiş: “Nach Perfektion zu streben, sich ihr annähern zu wollen ist okay, aber nicht, sie tatsächlich erreichen zu wollen. Wer das nicht versteht, wird ewig unzufrieden und unglücklich sein.” (Mükemmeliğe yaklaşmak istemek ve bunun için çabalamak iyi güzel de, ona erişmek, istemek, ı ıh. Bunu anlamayanlar sittin sene mutsuz, memnuniyetsiz ve de çekilmez (burasını ben ekledim) olur.”

2002 yılında Bremen’e karşı kaybedilen maç sonrası. Oliver Kahn tüm sorumluluğu üzerine alıyor ve arkadaşlarından özür diliyor:

Neler olmuş - 2

Almanya’nın son zamanlarda çıkardığı en büyük popstar Thilo Sarrazin. Hani şu “Yeaa fakirseniz soğuk duş alın, zaten göçmenlerin çoğu meyve-sebze işinden anlıyor” diyen gözlüklü. Bu dediği onu zaman içinde üzse de, Bild’de yapılan bir ankette (yanlış hatırlamıyorsam) ankete katılanların %75’inden fazlası Sarrazin’e katılıyordu. Geçenlerde aklı başında bir laf etmiş: “Yahu arkadaş, bu Türkler ve Ruslar hep kendi kanallarını izliyorlar, kendi gazetelerini okuyorlar. Bizim de gazetemiz var, onları da okusunlar. Olmaz böyle..”, sonra normale dönmüş: “Ödevini yapmayan öğrencinin ailesine verilen devlet yardımında kesinti yapalım”. Bana liseden kalma bir şarkıyı hatırlattı. “Montag ist der erste Tag, Hausaufgaben machen, Hausaufgaben machen. Dienstag ist der zweite Tag, Hausaufgaben machen, Hausaufgaben machen” (Pazartesi ilk gün, ödev yapıyoruz, ödev yapıyoruz. Salı ikinci gün, ödev yapıyoruz, ödev yapıyoruz.”). Böyle devam ediyordu. Ama biz yapıcı değil, çekiciydik.

Şenlikler diyarı İsrail’e uzaklardan gelen vardı. Yol uzun sürmüş biraz, anca varmış. Varınca da bizim için Mr. One Minute Jr. olan Benjamin Netanyahu ile hoşbeş etmişler . Joe: “Ben gelmeden hemen önce yaptığınız çok ayıp ya” demiş (Yeni yerleşkeler). Mr. One Minute Jr. yarım ağız: “Kusura bakma oldu bir kere idare et” diye geçiştirmiş. Sonra beraberce İran’a giydirmişler. İran’a zaten giydiren giydirene, Royal Dutch Shell (bildiğimiz Shell işte, sarı-kırmızı olan) size benzin menzin yok bundan sonra demiş. Diğer yandan İsrail-Türkiye şenliklerinde bugün Türkiye İsrail’e “Suriye ile aranızını yapiim mi, bak ayarlarım valla. Hadi hadi naz yapma. Oldu bu iş.” gibisinden yaklaşınca İsrail de “Ne alakası var, git be” diyerek bizi arabulucu olarak istemediğini kibarca belirtmiş.

İran olmadan eğlenceli bir gün geçmez. Washington Post’ta yazmışlar: “İran hükümet karşı aktiviteleri engellemek için internette sansür uyguluyor (bazı siteleri bloke ediyor)”. Utanmaz bu İran, vallaha utanmaz, niye san.. ya da nasıl sansürlüyorsun diyelim. Hmm.. Bu teknolojiyi nerden almıştı İran acaba? Sanırım. Nokia-Siemens ortaklığının muazzam başarısı :)

Şaka bu haber galiba dedim. “Miss me yet?” (Özlediniz mi beni canlarım?) diyor bir billboard, iddiaya göre küçük bir şirket Washington’un onlara karşı olduklarını düşünüp bu billboardu astırmış. New York Times da bunu kullanarak. “Valla kop gel. Seni istemeyenlerden daha fazlayız. Omuzlarda taşırız. Gel valla Ginger’a bile bineriz” demiş.

Letonyalılar Ruslara “Kendi can güvenliğiniz için ülkemizi terkedin” demiş, Ruslar “Hadi len düdük” diye karşılık verince “Basın gidin lan Rusya’ya, bizim maaşlarımızı çalıyorsunuz” demişler. Ben mi yanlış hatırlıyorum, ekonomik kriz patladığında 600 Letonyalı (yoksa 6000 miydi) Abromovich’e mektup yazıp “Gurbanın olam agam, paran var, pulun var. Al bizim ülkeyi, kurtar bizi bu krizden” dememişler miydi? Ne diyeyim.. Dün dündür, bugün bugün.. Bu arada Pravda’da haberin başlığı bir tuhaf: “Looking for Fascism? Welcome to Europe!” (Faşizme mi baktıydın, oo burada kralı var, Avrupa’ya hoşgeldin)

Kokoreç AB’ye uyacakmış. Seyyar kokoreç arabaları kalkacakmış. Kalkmasın ağabey, uymasın AB’ye. Uymaz zaten, uyamaz. Seyyar satıcıdan aldığın kokoreç satıcıyla olan muhabbetine bağlıdır, gözünün önünde pişer o kokoreç, atar kekik pul biber. Onun standardı yoktur. O tavaya düşen kokoreçin gramına tolerans sınırı, kalite şartnamesi, ya da bu kokoreç 8 kere sıcak suda yıkanmış mı gibi ISO 9000 zıvırları koyamazsın. Hem tadı kalmaz, hem de kızar bizim köşedeki Mehmet Ağabey, sonra “Yoksa ters bir laf mı ettim geçen sefer?” der. “Yok ağabey” deyip biraz tebessüm edince devam eder “Hah şöyle, yüzün gülsün biraz. Bak bu sefer ayranın benden.”

10 Mart 2010 Çarşamba

Tazminat Sektörü

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a açılan tazminat davaları 2005 yılının Mayıs ayında TBMM’de bir soru önergesine konu olmuştu. Cemil Çiçek konu hakkında ”Açılan 57 tazminat davasından 31’i kabul edildi ve Erdoğan’ın 111 bin 500 TL tazminat almasına hükmedildi” diye bir açıklamada bulunmuştu. Bugün Devlet Bahçeli’nin Erdoğan’a 10 bin TL tazminat ödemesine karar verilmiş. “Acaba bu tazminat davası sektörü nasıl?” diye merak ettim. Bulabildiklerim aşağıda..

13 Eylül 2007 CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek 2 bin 500 TL
7 Mayıs 2008 Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş 4 bin TL
3 Haziran 2008 CHP Genel Sekreteri Önder Sav 10 bin TL
21 Ekim 2008 Leman Dergisi 4 bin TL
23 Ekim 2008 Radikal Gazetesi - Perihan Mağden 5 bin TL
23 Ekim 2008 Tempo Dergisi - Cemal Subaşı 5 bin TL (Emine Erdoğan’a)
30 Ocak 2009 Yeniçağ Gazetesi - Sabahattin Önkibar 4 bin TL
4 Haziran 2009 Cumhuriyet Gazetesi - Cüneyt Arcayürek 6 bin TL
23 Haziran 2009 HYP Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk 7 bin 500 TL
7 Temmuz 2009 CHP Genel Başkanı Deniz Baykal 10 bin TL
7 Temmuz 2009 Aydınlık Dergisi 3 bin TL (Oğlu Ahmet Burak Erdoğan ile birlikte)
29 Temmuz 2009 Cem Uzan (İşsiz)5 bin TL 9 Eylül 2009 Kanal Türk Televizyonu – Cüneyt Arcayürek - 3 bin TL
20 Ocak 2010 MHP Grup Başkan Vekili Oktay Vural 3 bin TL
2 Şubat 2010 MHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Bölükbaşı 10 bin TL
12 Şubat 2010 CHP Genel Başkanı Deniz Baykal 20 bin TL
23 Şubat 2010 Ortadoğu Gazetesi - Orhan Karataş 2 bin TL
9 Mart 2010 Karikatürist Michael Dickinson 7 bin 80 TL
10 Mart 2010 MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 10 bin TL

Toplam: 121 bin 80 TL

2008’den günümüze Erdoğan bu sektörden tek başına 113 bin 500 TL kaldırmış (Pardon, tazminat almaya hak kazanmış). Bu süre zarfında Erdoğan’ın en büyük destekçisi ödemiş olduğu 30 bin TL ile Deniz Baykal olmuş. (Koskoca CHP Genel Başkanı tabi, ne diyelim “Devlerin Aşkı Büyük Olur”) Karakitürist Michael Dickinson “Prensip olarak bu parayı vermeye karşıyım, ancak hapis ortamı zor biliyon mu? Hem bir de romatizmam var, ama kebaplarınız çok güzel” demiş. Bu küçük araştırma bana 3 kişilik bir ailenin tazminat sektöründen aşağı yukarı aylık en az 4 bin 400 TL kazanabileceğini gösterdi.(2008 Ocak - 2010 Mart, 118 bin 580 TL) Tabi bunun masraflarını da hesaba katmak gerek (yol, çay, simit.. hee bir de avukat). Diğer yandan sayın Erdoğan’ın bu konularda tecrübeli olduğunu ve Erdoğan Ailesi’nin 6 kişiden oluşuğunu unutmayalım (herkes üzerine düşeni yapacak!), o yüzden bu sektöre girmek isteyenler iyice araştırsınlar, azimle çalışsınlar. Ayrıca tahsilat konusunda problemler yaşanabilir, konuyla ilgili olarak Ata Demirer’den uzaklardakiler için geliyor: ”Kontör At Sevgilim”

9 Mart 2010 Salı

İngilizce mühim bir dil

Türkiye için zamanında “Avrupa’nın parçası değildir, ve hiç bir zaman da olmayacaktır. Hıristiyanlığın da temellerini oluşturan Avrupa’da geçerli evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin kabulü durumunda yaşam gücünü kaybedecektir” demişti AB Başkanı Herman Van Rompuy. (“Alsınlar ya bizi, niye almıyorlar, oyalıyorlar abi zaten” demeyeceğim. Ne AB taraftarıyım ne de AB’ye karşıyım, duruma göre hareket etme taraftarıyım). Akıllarda bu açıklamasıyla kalmıştır diyerek yazıya bu şekilde bir giriş yaptım. Kendisi Avrupa Konseyi’nde ufak bir şova maruz kalmış. Açıkçası, Avrupa Parlementosu üyesi İngiliz Nigel Farage tarafından, hmm, nasıl denir, itin götüne sokulmuş. İçerik dışında adam anadili gibi İngilizce konuşuyor..


“Kaba olmak istemiyorum, sizdeki karizma ancak bir farede var, görünüşünüz ise küçük ölçekli bir banka tezgahtarından farksız. Size sormak istediğim soru, aslında hepimizin sormak istediği soru: Kimsiniz siz? Sizin hakkınızda hiç bir şey duymadım, Avrupa’da kimse sizin hakkınızda bir şey duymadı. Size bir şey sormak istiyorum, sayın başkan. Size kim oy verdi? Evet, biliyorum, demokrasi sizin alışık olduğunuz bir şey değil ama, Avrupalılar sizden kurtulabilmek için hangi mekanizmaları kullanabilir? Avrupa demokrasisi bu mudur? Bütün bunlara rağmen, eminim ki siz oldukça yüksek kapasiteli, yetenekli ve de tehlikelisiniz. Şüphem yok ki, sizin amacınız Avrupa’daki demokrasinin ve Avrupa’daki ulus devletlerin gizli katili olmaktır. Sizin gelişiniz ulus devletler için tiksindirici bir durum. Belki de bunun nedeni, sizin, aslında bir ülke olmayan Belçika’dan gelmenizdir. İdare sizin elinize geçtiğinden beri Yunanistan’ın fasulyeden bir ülke (protectorate) haline geldiğini gördük. Bayım, sizin yaptığınız bu işin hiç bir meşruluğu yok. Bütün benliğimle, ve İngiliz halkının büyük çoğunluğu adına söyleyebilirim ki: Sizi tanımıyoruz. Sizi istemiyoruz. Burayı ne kadar çabuk terkederseniz o kadar iyi olur.”

Baden-Württemberg Eyaleti Başbakanı ve AB Komisyonu Enerjiden Sorumlu Komiseri Günther Oettinger İngilizce’nin çalışma dili olduğunu, hangi meslekten ve kademeden olursa olsun herkes tarafından konuşulabilmesi gerektiğini, bunun çok önemli olduğunu belirtmişti. Kendisi bu konuda bayrak taşıyan bir şahsiyetmiş. Öğrenmiş olduk.

Eskişehirspor 2 - 1 Galatasaray

Maç pek bir atan kazanır gibiydi. Eskişehirspor gol atınca biz açılırız, kontradan yeriz, biz gol atarsak Eskişehir açılır, Keita taklalarını atar, biz de yeneriz gibi gözüküyordu. En istenmeyecek dakikalarda gol yedik, ikisi için de çabamız alkışlanmalı. İlk golde sahada kuantum fiziği sorusu düşünen bir hali olan Mehmet Topal, cevabı düşünürken Caner’le Servet’in ortasına ince bir pas atıyor. Caner Servet’e, Servet Caner’e bakarken Koray “Abi siz birbirinize melül melül bakarken ben şu golümü atayım bare” diyor. İkinci golde Koray ortadan dümdüz gidip Servet’i muhteşem bir bilek hareketiyle geçerek, “Kontradan yeriz yersek” dediğim golü ikinci yarı başlar başlamaz atıyordu.

Kapanan takıma karşı gene zorlandık. Elano’nun ara pasında saçlarını savurarak topa hareketlenen Jo biraz daha iyi vurabilirdi belki. Onun dışında pek bir şey yok. Eskişehirspor, dolayısıyla Rıza Çalımbay dersine iyi çalışmış. Son haftaların formda ismi Keita etkisiz hale getirilmişti. Arda da Emre Belözoğlu’ndan resitaller vererek, hakeme ve de rakip oyunculara yaptığı şirinliklerle gönlümüzde taht kurdu bu maç. Kapanan takımlara karşı daha iyi top çevirmemiz, ve yetenekli oyuncularımızı daha doğru yerlerde topla buluşturup onlardan faydalanmamız lazım. Bunu da elbet bir gün göreceğiz.

Maçın yıldızlarından biri hakem Bülent Yıldırım’a gelince... Kötüydü. 2 net el pozisyonunu ıskaladı, kötüydü, çünkü eyyamına bir penaltı verdi. Kötüydü, çünkü Jo rakibinin kafasına şaplağı patlattı, rakip oyuncu sarı kart gördü. Aynı sahne Elano’da da tekrarlandı. Sarı kartlar çoktan seçmeliydi, pek bir şenlikli uzatmaları da uzatmayalım bitirelim yahu.

Eskişehirspor galibiyeti haketti, biz gene “İyi savunma yapan takımlara karşı napcaz abi?” sorusuyla baş başa kaldık. Ümit Karan’ı da unutmamak gerekir. “Eski takımıma karşı bir gol, bir asist yapmadan beni nasıl çıkartırsın?” tavrı komikti. İlk yarı bir pozisyon oldu; havadan top Ümit Karan’a doğru süzüldü, “Patlat bir röveşata da şenlenelim be Ümit’im” dedim. Kıfsmet olmadı. Sanırım, Rıza Hoca da bunu kaçırmamış ki, ilk olarak Ümit’i oyundan alıyordu.

Son olarak Galatasaray’da pas trafiğinin her türlü şartta uygulabilmesi için yerine oturması gereken taşlar var. Bunun en açık örneği son dakikalarda kankigil spikerlerden geldi: “Caner oyunu kurması için topu Sabri’ye veriyor”. Bilin bakalım Sabri ne yaptı :)

PS: Hepiniz biriniz, biriniz hepiniz için misiniz, iki spikerle maç anlatmak nedir yahu?!?

Neler olmuş - 1

İsrail’in yaptıkları insanlara zarar vermiyor olsaydı çok şakacı bir ülke olurdu. Taa Amerikalardan yorulup gelenler var, Filistin’le barışsınlar, kardeş kardeş geçinip gitsinler diye. Epey yol yani, koskoca başkan yardımcısı yorulup gelmeseydi. Yorulduğuna değmez. Neden mi? Savunma Bakanı Ehud Barak (ismi Obama kadar şen şakrak) bir yandan Batı Şeria’daki konut yapımına devam edilmesine izin verirken, İran için de “Şimdilik problem teşkil etmiyorlar” demiş. Gerçi zamanında “Konut yapımını durdurduk” demişlerdi. Kısmen durdurmuşlar tabi, resmi daire, hastane vb. binaların yapımına devam ediyorlardı.

Enerji amaçlı olarak nükleer santral kuracaklarmış, Fransız destekli. İyi düşünmüşler valla, nükleer enerji şart. Bu kadar iyi niyetli bir ülkeye biz ne yapmışız dersiniz? Terbiyesizlik... Yani en azından onlar öyle demeye getiriyor (Jerusalem Post), Ermenistan’la olan sorunumuzu çözmek için yardım eli uzatmışlar da biz de “İndir lan o elini önce” gibisinden bir karşılık vermişiz. Ama bu cennetten kaçma arkadaşlar büyüklüklerini gösterip Elazığ depreminden sonra bir kez daha yardım elini uzatmışlar (Haaretz). Eh be canım kardeşim, bu kadar iyi niyetli olmayın yahu...

Amerikalılar “Yunanistan problem değil asıl İspanya’da ekonomik kriz patlak verecek.. Portekiz de sırada” derken, “Real Madrid ile Barcelona MLS’te oynar, Ronaldo da (apaçi görünümlü olan) Amerika Milli Takımı’na geçerse böyle problemler olmaz, ya da biz önceden haber görünümlü manipülasyon yapmayız” demiş. Yunanistan, Almanların, ciddiyetsizlikte sınır tanımamakla beraber, tirajı gayet yüksek Bild gazetesinin “Adaları satın lan, boş boş duruyor bir işe yaradığı yok” teklifini beğenmedikleri için Amerika Milli Takımı’nın başına Otto Rehhagel’i (Yunanistan Milli Takımı Teknik Direktörü) önermişler. Olmazsa Avrupa Birliği Milli Takımı için önereceklermiş. O ne ya? Şaşırdım. Papandreou da öyle.

Sevimli kahraman Amo (Ahmedinejad) 2010-2011 bütçesi için meclisten onay almış. 151 kişi “Amo bu işi kıvırır valla” demiş 290 kişilik mecliste (Katılım: 226). Kimi kendini bilmezler de “Yapılacak kesintiler enflasyonun yükselmesine sebebiyet verebilir” demiş. Muhtemelen helikopter lastiği tıpasına göre yapılan enflasyon oranı şu an için %8,9 iken, hurafecileri dinlersek %50 yi bile bulurmuş. Onun dışında İran demokratik bir ülke olduğundan dolayı, Paris’te Kadınlar Günü vesilesi ile düzenlenecek bir etkinliğe davet edilen 83 yaşındaki hanımefendiye (şair Simin Behbani) “Eeeağ, senin pasaportun çok rerörerö” diyerek gitmesine izin vermemiş.. Kıfsmet değilmiş..

Ruslar da votkalarını yudumlarken gene celallenmiş, “NATO kendine gel, biz keko muyuz lan..” gibisinden bir haber vardı Pravda da (Does NATO Really Think Russia is That Silly?). Silahlanmanın azaltılması konusunda eleştirmişler biraz (!) NATO’yu. NATO’yla pek bir sıkı fıkılar bu aralar, geçenlerde “Biz de kendi NATO’muzu kurarız abi, di mi. Kurarız lan” gibisinden bir haber vardı. Bilahere yazarım. He bir de Güney Osetya’da insanlar üşüyormuş. Gürcistan gaz borularına zarar vermiş, yok, doğalgazsız olmuyormuş. Eskiden doğalgaz mı vardı diyorum, sokulun birbirinize ısınırsınız. Demiyorum tabi, Rusya şovunu yaptı, Gürcistan’a girdi çıktı 2 günde de, bu adamların günahı ne arada kalmaktan başka? Ekonomik krizin Rusya’da da çok şiddetli şekilde hissedildiği aşikar. Ama muhalif yayın imkanı pek az olan Rusya’da her şey muhteşem gözüküyor. Şaka gibi bir şekilde, rüşvet olayları ile ilgili videoları internette yayınladığı için değil tabi, gayet doğal bir şekilde işten kaytardığı ve rüşvet aldığı gerekçesiyle hapse atılan polis eskisi Aleksei serbest bırakılmış, ama kendisi bile geleceğinden pek ümitli değil. Serbest bırakıldıktan sonra 5 saat daha gözaltında tutulan Aleksei “Bu da ne ki, intikamlarının küçük bir parçası” demiş.

İngilizlerin problemi çok büyük. Daha doğrusu bu Güney Afrika’nın problemi. Dünya Kupası’nda İngiliz holiganları kovalayacak olan polislerin kilosu. Port Elizabeth Meclisi üyesi Elizabeth Trenth “Valla çözüm basit, göbekli polise iş yok. Bundan sonra daha az yiyip, daha çok egzersiz yapacaklar” demiş.

“Valla billa benim aklıma gelmişti” diyeniniz çıkar belki, iddialara göre Adanalı bir uyanık Tekel’in eski ve arızalı makinelerini alıp tamir edip kaçak sigara üretirken yakalanmış. “Satıcı değil, içiciyim amirim” diyen çakaal “Alım-satım işi yapıyorum. Polislerin neden geldiğini bilmiyorum, değerlendirmek için olabilir” diyerek suçlamaları reddetmiş. Neyi değerlendirmek? Ucuz sigara fırsatını mı? Gözaltına alınmış, soruşturma devam ediyormuş. Valla adam gerçekten yaptıysa helal olsun, maksat umuma hizmet :)

PS: Haberlerde zaytungvari kısımlar belli oluyordur, yoksa haberler gerçek.
PS2: Evet, şişko polisler de..